14 Kasım 2012 Çarşamba

"Oysa Vedalar Kavuşmak İçindi"


İlk kez görüyordum seni böyle.

İlk buluştuğumuz o gün geldi aklıma. Buğuluydu sesin, beni ezen esir alan hapseden sesin...

Sesin, damarlarımı tavaf eder gibi dolaşırken kulaklarım en son duyuyordu söylediklerini. Geç kaybıydın. Geç kalmıştım. İşitme engelimdin. Senden ötesini duymuyordum hiç. Yaralarımın pansumanı, yıllardır biriktirdiğim kartpostalların yüreğime düşümü.

Bekleme salonu yalnızlığımın "neredeydin bu güne kadarı?"...

Akşamlar oldu.
Aylar geçti.
Yağmurlar yağdı.

Bir zamanlar mutluyduk biz eskitecek kadar çok takvim yaprakları koparıldı saatli maarif takvimlerden.

Matem cenazelerin içinden bize çıkagelmişti.
En güzel anılarımızı değiş tokuş etmiştik kırılgan yalnızlıklarla.

Siyah, bu mevsimin rengiydi. Rimellerin akıyorken gözlerinden, yaşlara sarılarak.

Biliyorduk. Biliyordum.

En flu hatıralarımızı hatırlayan en net acılarımız olacaktı. Bütün güzel düşler gibi, kısa sürmeliydi. Yıllarca. Ömür dediğin neydi ki, sonsuzun yanında.

Düşlerimiz mağlup ediyordu şimdi bizi.Tek gidişlik bileklerim duruyordu masada. Dönüşüm yoktu karar vermeliydim. Şarkılar alkol sigara ve bir tabanca bekliyordu başımda.

Bekletmemeliydim. Bütün randevularım da karşı tarafı bekleten ben, artık sözümü tutmalı ve tam saatinde orada olmalıydım

Oradaydım.

Oysa, mutlu olmak için bütün nehirleri feda etmiştik. Oysa, karşı gelmiştik. Güneşe, insanlara, hayatın acımasızlığına, yalanlara, geçmişe, kadere, kaderimize.

Bütün insanlığı karşımıza almış ve sadece ikimiz. Bir olmuştuk. Biz olmuştuk.

Uyandım.
Saat dün gece beşti.

Ezan okunuyordu. Evde benden başka kimse yoktu. Zaten aylardır yoktu. Yalnızlığın ne kadar berbat bir şey olduğunu hissettim. Anımsadım. Anımsattın.

Gelmemiştin.
Hiç.

Kapıyı kitlememiştim halbuki, belki bu akşam o akşamdır diye..

Yoktun.
Hayat çok soğuktu.

Yastığa kapandım, yorgana sarıldım.
Geceye sarıldım.
Yalnızlığıma sarıldım.

Sabaha karşıydı. Ağlamaya karşıydım.
Hatırladım.
Ağladım.

Birden..
Hayallerimden vurulmuşa dönmüştüm.
Saat 11'i geçiyordu, tam on ikiden vurduğun kalbimdi.
Ve kalbim artık, özürlüydü. Bir damarı tutmuyordu, tutmayacaktı bundan sonra, anla işte.

Birden anımsadım. Biz diye bir şey artık yoktu.

Kalırız, gideriz, uyuruz, izleriz, döneriz, yaparız, ederiz...
Birlikte yapılacağına dair cümleler ölmüştü.

Yani bundan sonra hiç olmayacaktı. Hiç kurulmayacaktı.
Bundan sonra dediğim bir kaç ay değil, bir hayat!

Yalnızlık, o vakit canımı daha şiddetli yaktı.

"Oysa vedalar kavuşmak içindir."
Öyle demiştin.


Söz vermiştin.
Şimdi değil. Ama. "Bir gün bir yerde. Bir gün farklı şartlarda."

Mutlaka.

Öyle değil mi? Yanılıyorsam beni düzelt, hayatımı düzelt, yaralarımı düzelt, ömrümü düzelt, yalnızlığım buruş buruş..

İşte onu. Sensizliğimi düzelt...
Ama, n'olur düzelt!

....

Bilmiyor muyum sandın?

Gerçeklerden kaçacak gücüm kalmadı ki, tükendim.
Çok...

Evet aynı gökyüzünde, başka yerlerde başka şartlardayız.
Evet senin ellerin, başkasının ellerinde terliyor..
Evet sana başkası dokunuyor, belki de.

Evet sen artık benim değilsin, kimler aldı seni peki?

Kime gülümsüyorsun, kim elini tutuyor, kim saçlarını okşuyor, kim sana sevgilim diyor, kime iyi geceler diyorsun, kiminle mutlu olduğuna inanıyorsun.

Bilmiyorum. Bilmemek vicdan yarası! Peki bundan sonra, bir ömür geçer mi?

....?


Aslında inanmıştım sana..
"Vedalar kavuşmak içinmiş" dediğin gün.

Doğru söylemişsin, biraz eksik olsa da..

"Vedalar kavuşmak içinmiş"
Ama. Sonsuza. Karanlığa.

" Geçmeyecek"


 Sokakta, soğukta buz kesmiş kedilerden-çöpü karıştıran evsizlerden-gecenin hasılatını çıkaramamış beş parasız ve buruk yaşlı fahişelerden-gürültülü mekanların izbe ve dar sigara içme bölümlerine sıkışmış, efkarlı sohbetlere meze olmuş terk edilenlerden-gidilen en son sinema filminin, bir kitap arasına saklanmış, solmuş, sinema biletlerinin hüznünden-gecenin yağmurunda, denize bir adım mesafedeki, yalnız boş bankın terk edilmişlik hissinden-cebindeki son parayı şaraba yatırırken, kederini unutmak, kederine sarılmak isteyen alkoliklerden-bir anlık hatanın bedelini yıllarca ödeyen hapistekilerden-yalnız, ıssız yataklara ve odalara mahkum acı çekenlerden-yavşak ve keyfi yerinde bir ses tonuyla, bir radyo anonsunda, sıradaki parçayı ayrılan, sevip de kavuşamayan bütün sevenlere de cümlesinde kastedilenlerden, kentin bütün caddelerinde belki "ona"rastlarım diyerek günlerce, gecelerce dolaşıp hayal kırıklığıyla eve dönenlerden-saatler, günler, kilometreler boyunca belki arar, belki mesaj atar diye telefonu elinden düşürmeyenlerden...

bi farkım yok..

Çok acıyor işte..
Hiç ama hiç geçmiyor.

Geçmeyecek.

11 Kasım 2012 Pazar

" Mutlu Pazar Kahvaltıları"


Dün gece uyumadım.. Uyuyamadım..
Sabah sekiz, günüm nasıl geçecek kestiremiyorum dahi. Şimdi güzel yataklarından çıkıp, mutlu gülümsemelerle " aile" olanlar uyanmış olacaklar. Sevdiğinin kokusunu içine çekerek, sarılarak uyanmanın ne demek olduğunu yaşayanlar yani. Güzel bir pazar kahvaltısı bekliyor onları birazdan.

Bense, bir parça yorgana az şaraba ve bir kaç sigaraya yatırdım dün gece hayallerimin parçalandığı günü. Mırıldanan ezici notalara, sözlere bir de. Teknolojiye küstüm. Kapadım, sandığa kitledim. Fotoğraflarının olduğu sandığa. Mektuplarının. Yarına dair "biz"i anımsatan bütün lekeli doğum sancılarının yanına.

Sıradan, soğuk, içimi titreten günlere uyanmaya, uzanmaya da başladım. Hüznümün adı mavi: Seni en son bir yaz günü hatırlıyorum. En son bir pazar günü. Sonrası zamanda kırılmalar. Puzzle'ın eksik parçası kayıp. İnsana en ağır gelense; o kayıp, bir bütünü hep yarım hatırlatacak ya , işte o.

Kırılan tabağa üzüldüğün kadar, benim senden sonra hayatımın tükenip gideceğine üzülseydin belki, dünya bu denli acımasız bir yer olmaktan çıkacaktı. En azından sen, o deniz yıldızı hikayesi gibi; değer mi? milyonlarca deniz yıldızı var diyenlere o meşhur cevabı deseydin. "O'nun için değdi "

Şartlar lehimize gelişmeye de başlamıştı üstelik. En zor deplasmanlardan üç puanlar ile dönüyorduk.

Şarkılar bizimdi, şehir bizimdi, sokaklar, eğlendiğimiz adresler, uyuduğumuz yastıklar, alacağımız eşyalar, sinemaya yeni gelen filmi pazar tatilimizde izlemek bizimdi. Sahil yürüyüşleri, mutlu aile kahvaltıları, bizimdi.

Ancak kendi evimiz ve seyircimiz önünde , küme düşmeyi garantilemiş bir şeye yenildik biz. Ağır favoriydik. Olmuş, bitmiş bu iş, kesin diyorlardı..

Hayat hep sürprizlere gebeymiş meğer.

Sahipsiz başı boş sokağa bırakılan o küçük yavru köpeğe benziyor şimdiler de alın yazım. Kaderim. Koskocaman adam oldum ama yüreğim o yavrunun çaresizliği. Bizim olan her ne varsa, satılık aşklar meyhanesinin kesif, tavanına sigara dumanı sinmiş, örtüleri yıpranmış, alkol kokan masalarında bırakılmak üzre sokağa atılmış, vazgeçilmiş.

Dostlar alışveriş de görüyorlar artık.

Bir anıyı, anı yapan her ne yaşandıysa. Yarına çıkamamış işte.
Dünde ölmüş.

Zaman kırılgan. Üstüne affetmiyor.

Sayısal her hafta devrediyor, oynadığım maçlar tutmuyor, çalıştığım iş yeri maaşıma zam yapmıyor. Faturalar birikiyor.

Soluk, soğuk ve yorgun hissediyorum kendimi.

Bir gece önce deprem olduğunu gördüm rüyamda diye uyumadım belki de, bir şey olursa sana telefon açarım, uykundan uyandırır senin kurtulmanı sağlayabilirim; bir ihtimal diye...

Sırf bu yüzden sesini duyabilirim diye..

Kahramanlık hikayeleri ile büyüdüğüm için belki de. Çizgi filmleri bu yaşta neden seviyorsam o yüzden de olabilir.

Yani bir ümit, belki senin iyi olmanı sağlayacak bir hamle.
Anla; masallar intihar ediyor içimde.

İnandığım bütün değerler, senin o büyülü hayat vaad eden güzelliğin, tertemiz kişiliğin de, bu evrende en güvenilir kadın olmanın "artık benim için" derin kederinde saklı.

Anla, gözüm de uyku yok. Gözlerin yok.
Kokun yok, bir birimize sarıldığımız da tanrıya inandığım pazarlar yok. Cumartesiler katil. Salılar piç. Diğer günler boktan.

Eylüller işkence, ekimler sakat. En acısı kasımda yalnızlık. Ki yalnızlık bir adamı en çok kasım ayında perişan ediyor. Yılbaşına çıkmaz sanıyorsun kendini. Öyle bir yalnızlık.

Yaşamak için yeteneklerim var, nefes almak için, hayatımı sürdürmek için. Yalandan.
Yalanlar ne denli yetenekliyse ben o denli işe yaramazım. O denli çaresiz.

Bu pazar da, kimsenin duymayacağı bir çığlıkla satırlarıma burada son verirken;

Beni, sana dair yaşanacak her ne varsa bu gezegende,
içerisine sığdıramadığı için;

başta kaderime,
sonra tanrıya ,
sonra kederime,
sonra trajedime,
sonra sebep olan herkese,

Teşekkürü bir borç bilirim.

Eserinizle gurur duyun, iyi halt yediniz.

Şimdi uyumaya gidiyorum çünkü ben en çok uykularda sana "daha az" rastlıyorum...

"Takım Elbise"


Yıllar evveli. Henüz küçüğüm.
5 bilemediniz 6 yaşındayım.

Babam işçi olarak çalışmaya gittiği Almanya'dan Türkiye'ye tatile gelirken güzel bir takım elbise hediye getirmişti bana. Bir dolu oyuncak. Bolca çikolata. Anneme rengarenk elbiseler. Kız kardeşime barbie bebekler, henüz Türkiye'de yok.

Tatil için Antalya'ya yazlığımıza gittik. Babamın bütün senenin stresini atmak için geldiği yaz tatilinde öyle uslu ve söz dinleyen çocukluk geçirirdim ki, intikamımı kalan 9 aydan alırdım. Bizi yanına almamıştı çünkü. Hep bir eksiklikle büyüdüm bu yüzden.

Onun yanında sorun çıkarmamaya çalışırdım.

Annem bir akraba vasıtası ile köyden görücü usulü tanıştırılarak babamla evlenmiş. Gençliğini pencerede, balkonda ve postacının getirdiği mektuplarda babamı bekleyerek geçirmişti.

Bir kaç kez düşük yapmış benden evvel. Yani ben beklenmişim ciddi ciddi. Sağlık sektörü hastanelerde o yıllar gelişmemiş. Tam ümit kesilirken dünyaya ben gelmişim. Son ümitleriymişim.

Adımı Ümit koymuşlar..

Küçüklüğüm boyunca Alamancının oğlu diye çağrıldım mahallede. Oyunlarda. Akşam babası işten gelen çocuklar oyunu bırakıp babalarına koşarlardı sokaklarda.

O yaz babamla bir ay boyunca geçirdiğim tatili, özlem dolu bir senenin ardından gelen baba oğul günlerimizi unutmayacağım. Bana yüzmeyi öğretmişti. Balık tuttuk. Ava gittik. Araba sürmeyi bile gösterdi. Öğrenemedim.

Yazın sıcak ve güneşli günleriydi. Akşamları, balkonda babam erkenden kurdururdu sofrayı. Biz yemek yer kalkardık. O tek başına karpuz beyaz peynir ve mezeleri. Rakı içerdi. Sağlam adamdı. Akşam beş gibi başlardı. Geceye dek.

Sonra çıkardı dışarı. Sabaha karşı dönerdi.

Tatil günlerim kumdan şatolar yapmak için yaşıtlarım olan kızlarla sahil kenarında geçerdi. Oyun oynamak tek eğlencemizdi o yaşlar. Babamın Almanya'dan getirdiği dozer ve kamyon beni oyunun içinde acayip fiyakalı hale getiriyordu.

Kendimi inşaat mühendisi gibi hissediyordum.

Süt içme saatimiz gece on sularıydı. Yaz kıyağı on bir taş çatlasa.

Bir gece, annem yine her gece olduğu gibi bize birer bardak süt getirdi. Ben bal istemiştim şekeri sevmiyordum.

Annem içeri gittiğinde telefon çaldı.

Hayırdır inşallah dedi annem, küçüktüm ama bir tuhaflık olduğunu sezinledim bütün cahilliğime rağmen.

Telefondaki polis Antalya Cumhuriyet Karakolu'na çağırıyordu .

Annem apar topar çıktı üstüne bir şeyler alıp. benim de uykum kaçmıştı. Sıkıldım, korktum evde. Yazın büyüsü nedeniyle hiç giyemediğim takım elbiseyi merak ettim. Giymeye odaya geçtim, sütümü içmedim. Nasılsa annem yoktu.

Ve annem umarım kızmazdı.

Takım elbise güzel bir giysiymiş. Yakışıklı olmuştum.
Kral gibi hissettim o an kendimi. Saçlarımı da taradım. Filmlerdeki jön adamlar gibi. İçimden büyünce ben takım elbiseli adam olacağım cümlesi geçti. Aynaya bakarak.

"Ben takım elbiseli büyük adam olacağım, hem de damat olacağım dedim."

Aradan zaman geçti. Kapı açıldı.

Annem...
Yanında polis ve üst kat komşularımız.

Babam yoktu.
Gelmemişti.

İçeri geçtim üstümde takım elbise vardı. Şaşkınlıkla ve koruyla bakıyordum herkese.

Annem ağlıyordu.

Algılarım yavaş yavaş kayıp parçaları yerine koymaya başladıkça anladım.

Babam içip içip akşamları dışarı çıkardı. Birikimlerini kumar masasında kaybediyormuş. Derken daha fazla.

Çok fazla. Derken her şeyimizi. Her şeyimizi kaybetmiş.

Ve ödeyemeyeceği için üç mermi sıkmışlar vücuduna..
Kumar borcu , namus borcu diye.

Çok acı verici. Çok kırılgan bir his. İsyan edesi geliyor insanın.
Oracıkta vurulduğu yerde can vermiş. Yıllar yıllar öncesinin acı hatırasıydı.

Annem çok kahır çekti. Hala eksik bir parçası. Bütün neşesi gitti, heyecanı hayata dair beklentisi. Kız kardeşim evlendi.
Danimarka'ya yerleşti.

O mutlu yazlarımdan kimse kalmamıştı.

Yıllar sonra Antalya'ya gittiğimde anımsadım ömür boyu aklımdan çıkmayan o yazı. Tatil için değil, bir seminer. Yurt dışından gelen önemli misafirlerle yapılan uzun konferanslar.

Gözlerimden bir kaç damla yaş geldi. Ara verildiğinde toplantıya.

Hayatın savurduğu ailem aklıma geldi.
O geceki halim. Bir daha hiç bir zaman o geceye gelene kadar ki hayatımız gibi mutlu olamadık.

Ben buruk bir şekilde aynaya baktım tam da bunları düşünürken. Kravatım sıkmıştı. Düzelteyim derken, son bir kare geldi gözümün önüne. Babamın hediye getirdiği takım elbiseyi giydiğim gecem.

Aynadan yansımama baktım kendime geldiğimde..
Üzerimde, iş için giymek zorunda olduğum takım elbise vardı.

6 Kasım 2012 Salı

"Seni benim kadar kimse sevmedi diye başlar bütün şarkılar"


Şimdi bir kariyeri kucaklayacaksın. Daha çok çalışacak, yepyeni insanların karşısına çıkacaksın. Yöneteceksin. İşinde başarılı olmak şimdilik tel elzemin ya, daha çok para kazanacaksın. Başarılı olduğunu ispat edecek, tadını çıkaracak, kutlayacak, eğleneceksin.

Bir gün biri çıkacak karşına ve kariyerini, başarılı iş hayatını pekiştirmek isteyeceksin. Arkadaşların, yakınların, iş çevrendekileri de görüyordun uzun zamandır. Gıpta ediyordun.

Aşk.
Aşk istedin.
Biten değil, yeniden doğuşuna neden olacak birini.

Çünkü sen hep gidendin.
Sıkıldığın yalanlardan, düzelmeyen hatalardan, yerinde sayan hayatlardan.

Bir gün olacak bu. Çünkü olmasını istediğin her şeyi sunar evren. Sen olduğuna inanacaksın.

Daha eksikse daha fazla sanacaksın.

Bunu her nerede hangi zaman diliminde okuyacaksan. Oku.
Olmayacak. Sen sadece başka bir şey olduğuna inanacaksın.Başka. Öncekiler gibi değil. Farklı.

Evleneceksin. Çocuğun olacak.Kaderin bir oyunu. Tesellisi.
Hengamesi içinde yuvarlanıp gidecek hayatın.

Ama olmayacak.
Çünkü kırıp gittiğin koca bir ömür var geride.

Çünkü kırıp anıların karanlık kuyularına yolladığın bir hayat. Ruhu tarifsiz kederler içinde bırakılan bir beden, atmasının artık önemi olmadığını bilen bir kalp.

Bir nedeni kaybettin yenisi için.
O neden hep seninle gelecek, arkandan.

Neden eksik seviyorum? Neden eskisi gibi sevilmiyorum.
Ama "zaman" bunu sana anlatacak.

Benim cümlelerim değil.

Bir neden uğruna nedensiz gidişine neden olan!
Hep bir eksik, hep bir yarım kalacak hayat sana bunu günü gelince fısıldayacak, şimdi değil.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Günlüklerimden...


Ruhumun mektup açacağı ile açılan yaralarının iyileşmeyeceğini anladığımda, henüz 17 yaşındaydım.

Okula filan gitmedim keşfettikten sonra. Dersi derste dinlemeyip hiç çalışmadan geçtim liseyi. Kopya çekemeyecek kadar yorgundum. 65 gün devamsızlık yaptım. Annem kulağımdan tuttu, okula gittik. Müdür bey eti sizin kemiği benim dedi. Üniversite sınavını kazandı lütfen, bırakmayın okumazsa biter çocuk dedi. Diplomasını verin.

....

Hala mektup yolluyorum bazı arkadaşlarıma. Hala kurşun kalem kullanıyorum. Geceleri uyuyamıyorum. Yalnızlıktan değil, evet yalnızım. Bir farkla.

Artık tavanımda siyah bir bulut var. Onla uyuyorum. Ona bakıp. Onunla konuşup. Şimdi ruhumun mektup açacağı ile ilgili kısmı anladınız mı?

Ben hala o zarfların içine konulup adresi bilinmeyen bir yere postalanabileceğimi ve hiç açılmadan o posta kutusunda hayatımı geçirebileceğime inanıyorum.

"Lütfen, işaretli yerlerden terk ediniz"


Bazen bir şarkıya takılır kalırsınız.
Başa sararsınız sona geldikçe.
Çünkü giden arkasına bakmadan gitmiştir.

Ve siz, kalan olarak kendinizi teskin etmek zorunda olansınızdır.

Gidişinin ilk günüdür, akşamıdır, öğleden sonrasıdır, sabahıdır, mayısıdır, kasımıdır, eylülüdür, temmuzudur. Günler ve mevsimler artık karışmıştır.

İlk hafta olay mahalline dokundurmazsınız.
Kimseye, kendi ellerinize dahi.

En son telefon konuşması yaptığınız tekli koltuk öylece durur pencereye doğru çevrilmiş halde. Önündeki sehpanın üzerinde karıştırdığınız derginin 66. sayfası. Onla konuştuğunuz son an'a tanıklık eden mecmua,işte orada öylece durur.

Sizi ararken çalan melodiyi telefonunuzdan söküp atamazsınız hiç. Onu en son gördüğünüz ve sarıldığınız o güne ait elbiseler yıkanmaz. Onun kokusu sinmiştir.

Hangi ojeyi sürdüyseniz hırsla öfkeyle yeniden sürersiniz kırılmış onurunuza, tırnaklarınıza. Hangi sakal şekli, tanıklık ettiyse o vedaya o kalır bir süre yüzünüzün derin hüzünlü çizgilerinde.

Bir daha hiç sevemeyeceğinizi düşünürsünüz. Odaya kapanır.Yastığa kapanır. Hiç tanımadığınız birinin omzuna kapanır ağlarsınız.

İçinize çığlıklarınızı bastırarak, hüngür hüngür, feryat figan...

Giden gitmiştir.

Sokağa çıkmazsınız. Çıkamazsınız bir süre.
Anne ve babanızın karşısına. Bir arkadaşınızın yanına. Çıkmaz sokaktır her yer, herkes.

Giden sizi hasta ederek gitmiştir. Sol yanınızda hiç çıkmayacak bir ağrıyı sonsuza dek taşımak zorundasınızdır.

Aklınız gidip gelmeye başlar.
Gidip gelmemeye.

Elleriniz titremeye, nabzınız düşmeye, nefesiniz sıkışmaya, başınız çatlamaya, ayaklarınız tutmamaya.

Dışarıda yaz gelmiştir. Denize havuza güneşlenmeye eğlenmeye gider sizden başka herkes.

Siz, üşürsünüz.

Pencereye vurmaya başlar sert rüzgarlar. Yağmurlar savurur damlalarını. Lapa lapa kar yağıyor gördün mü diye sorarlar. Sıkı giyinmenizi tembihlerler.

Siz kısa kollu bir tişört, ayağınızda terliklerle sokağa fırlarsınız.

Yas denen o mefhum his, bir kelime değildir.
Acının, ağıdın ta kendisidir!

Katiller olay yerine döner derler. Siz, katilinizi bekler durursunuz. Bir gün karşılarız umudu. Canlı tutar bir süre hayata karşı bağlarınızı.

Umut, güzel bir şeydir.
Ancak mezarlıklar gelir bir anda insanın aklına.

Giden gitmiştir.

Ve ölüler, umutlarıyla beraber gömülürler.
Dinen hiç bir sakıncası yoktur üstelik.

Umut, güzel bir şey değildir şimdi.

Kaldığınız yerden parmak uçlarınızdan kuvvet alarak dönmek, bir yerden başlamak isterseniz.

Hayat öyle hızlı akıp gitmiştir ki; tutamazsınız bu defa da, zamanı. Her şey değişmiştir.

Ve bir gün biri çıkar karşınıza. Sizi çok çok önce bırakıp gidenin karşısına çok kısa sürede çıkan biri, sizin karşınıza bir asır sonra çıkar.

Sizin dudağınızda, köşelerini, her adımını, her yönünü, sınırsızlığını bildiğiniz o tarifsiz acının etkisi;

Hoş geldiniz. Ne iyi ettiniz.
Gidecekseniz de şayet bir gün;

"Lütfen, işaretli yerlerden terk ediniz"

2 Kasım 2012 Cuma

"İç Acıların Toplamı"


İlk günler...
Hayatınızda hiç olmadığınız kadar mutlusunuz. Hiç olmadığınız kadar gülümsüyorsunuz. İçiniz içinize sığmıyor. Birlikte çıkılan o serüvenin hiç bitmeyeceğini sanıyor ve tadını çıkarıyorsunuz. O'nu bir daha görmek istiyorsunuz. Her buluşma yarım kalıyor sanki.

Bir şey eksik evet, vakit.

Aradan dünya diliyle "zamanlar" geçiyor.

El ele tutuştuğunuz sokaklar artık size dar gelmeye başlıyor. İlk günlerin o sıcaklığı, heyecanı azalıyor. Size eskisi kadar mesaj atmıyor, sesinizi duymak için yüzlerce çağrı bırakan, her gün her gece saatlerce konuştuğunuz "O" artık aramaz oluyor.

Bir kaç dakikaya sığdırıyorsunuz günün stresini, heyecanını, O'nsuz geçen saniyelerin hıncını. Meşgulum, yorgunum, işim var, dizi seyredeceğim, uykum vara dönüyor karşınızdakinin sesi.

Araya insanlar giriyor. İnsanlar hep bir şeyler söylüyor. O'nun ve sizin dostlarınız!

Teselli arıyorsunuz. Arkadaş meclislerinde, başka vücutlarda, içki şişelerinde, soğuk odalarda, haplarda, yapayalnız gecenin bir vakti çıktığınız sokak aralarında. Nafile.

Kesmiyor.

Bir vakit sadece sizin olan, sizinle olan artık uzaklaşıyor.

Herkes bir şey diyor.
O uzak.
Dünya başınıza yıkılıyor.

Bir gün o meçhule giden sözü fısıldıyor size, bitti!
Hoşça kal.

Hoşça kalamayacağınız o an tokat gibi çarpıyor yüzünüze.

Mevsimler üzerinize düşüyor.

Herkes bir şey diyor.
Boş ver, daha iyisini bulursun, seni hak etmemiş, çık dışarı biraz kafan dağılır hem...

Kimse, " iç acılarınızın toplamını" hesaplamıyor.

Boğuluyorsunuz.
Bitiyorsunuz.
Tükeniyorsunuz.

Cenaze aracı dahil kimsenin taşıyamayacağı bir ağırlıkta, hayata küsüyorsunuz.

Hatıralar başlıyor önce uyutmuyor, sonra ağlatıyor.
Her gece ağlatıyor.

Sonra geriye rüyalar kalıyor.
Aradan bir "yüzyıl" geçmiş gibi yüzünü, gözlerini, kokusunu, uyumasını aklınıza getiriyorsunuz.

Bir kez daha diyorsunuz bir kez daha, hiç olmazsa bari,
rüyalarda.

Fonda, Zeki Müren'in "Rüyalarda Buluşuruz" şarkısı.

Maalesef.
Giden gidiyor ve o günden sonra rüyalara bile uğramıyor.

"Bırakırsan, Düşerim."


Kaybolan sandığımız akıp giden yıllar, anılar değil; bizdik.
Biz kaybolduk.

Bizi oradan oraya savuran zaman değil miydi ki? Hiç ummadığımız insanları karşımıza çıkaran, bazen hayatı hiç ummadığımız tecrübelerle yaşatan, tanıtan zaman.

Şimdilerde aklımızın unutmaya mecbur ettiği "o" ve "onlar" nerede şimdi diye hiç düşünmedik mi?

Hiç mi canımız yanmadı? Hiç mi?

Acıların en büyüğü neydi?

Ölümden beter!
Hiç mi olmadık...

Oysa, mevsimler eridi gitti; kar taneleri gibi avuçlarımızın içinden. Kızgın ve kırgın ateşlere düştük. Neyi sevsek, "O"nu hatırladık.

Neye üzülsek "O"ndan bildiler.
"Ondandır." dediler.

O'nun böyle gelgitler yaşayıp yaşamadığını, aklının kırıntılarında bize yer olup olmadığını hep merak ettik. Biz ise.

Yaşasaydı, eğer kalbinin kıyıcığında yer olsaydı şayet.....
Diye başladık sonu hüsranla noktalanan cümlelere.

Olmadı.
Bu koca dünyada, küçük bir su damlası kadar yer.

Olmadı. Direndik, ağladık, unutmaya çalıştık. İsyan ettik, boğuldukça anılar yumağında.
Bazımızsa şanslıydı. Gidenin ardından cömert davranan hayat sayesinde.

Yeniden başarabildiler. İçlerindeki derin boşluğun küçük bir noktasını doldurmayı.
Başaramayanlar için bir cümle kaldı.

Yalancı sonbaharın koynuna saklanırken söylenecek;

Gitme, bırakma beni.
Bırakırsan,
Düşerim.

" Bir sus böldü hayalleri"


saçlarını usulca öptüğümü düşünüyorum. göğsüne başımı yaslıyorum. sonra sen dizlerime yatıyorsun. battaniyeyi örtünüyoruz. en sevdiğimiz filmi bir daha izleme telaşına gidiyorum. soğuklar geliyor bize. hala o koltuğun baş köşesi kavgasındayız biz hala, sanki. hala dudaklarının tadını, rengini, sıcaklığını arıyorum sonra. hayallerim bile yarım. her şey yarım. gittiğin günden beri, buralara oksijen düşmüyor. daha bir asiyim, daha bir kabadayı, vurduğumu indiriyorum. olur olmaz herkesle kavga ediyorum, herkese çatıyorum. sana dokunma ihtimali olan herkesi vurmak istiyorum. gittiğinden beri kederli, gittiğinden beri yaralı. ben. bana fazla geliyor artık. fazlasıyla acıyor. bıraktığın yara. ona kimsenin dokunmasına izin vermiyorum. kimse beni bilmiyor. bilmesinler istiyorum. kalabalıklara sığınıyorum. kayboluyorum. sen de bilmiyorsun. ruhun duymuyor. canım yanıyor. canım acıdıkça daha kötü hissediyorum kendimi. daha da yanıyor içim. duymuyorsun. sonsuza yakınım. sonsuza dek seni göremeyecek olmam daha da kanatıyor beni. daha da acıtıyor canımı. susuyorum sustukça dudaklarımı dikesim geliyor, konuşmayasım. kimse anlamıyor, herkes yüzüme gülüyor.herkesin keyfi yerinde. bir tek benim mi içime dinamit kaçmış?

bir tek ben mi mutsuz?
bir tek ben mi ipin ucunda?
bir tek ben mi uçuruma yakın?
ve sen şimdi bir başkasının kollarındayken
bir tek ben mi ölüm?

"Hatıraları kaldırdık tozlu rafların yanına"


("Anılar yok bu şehirde" Cesare Pavase )
Ustaya saygıyla !

Anıları yitirmiş kentin bütün sokakları.
Silmiş, içinden geçmişe dair ne varsa. O dün yok.

Şurayı hatırlıyor musun denilen resimler yakıldı çoktan. Buraya en son senle gelmiştik diyebileceğiniz o yer yok.

Anılar yok.
Ölü.
Ex.

Ölmek nedir bilir misiniz. Rutin cenaze merasimini belki.
Ama ya yaşarken?

Dinlediğiniz şarkıların, yürüdüğünüz yolların, buluştuğunuz mekanların, birlikte nefes aldığınız anların çemberi daralttığının farkında mısınız?

Sonra hayat devam ediyor yalanı.
Ne güzel.

İşte hayat devam etmiyor, hatıraları kaldırıyorsun tozlu rafların yanına.

Peki ya, kıymetli eşyalarınız kadar ölümlü bir şehirde verdiğiniz yaşam mücadelesi kimin umurunda söyler misiniz?

Her gidişin bir kalanı varken.
Ve gidiş eninde sonunda kesinken.

Zaten bu hayatta, kadın erkekler ilişkileri arasında en yazık durumlardan biri ;
hani biter ya anlar insan, biri aklında bitirir diğeri henüz farkında değildir.

Farkına bile varamamıştır daha doğrusu. Diğerine söyleyemez bir süre.
İdare eder.

Ama uzaktan bakmaya başlar. Sayılı zamanlara.
İşte o kısa vakitler olmalı!

Elinde bavulu hazır olmalı insanın işte. Kalacağı sürpriz olmalı. Hep yola çıkacakmış gibi tek gidişlik biletini cebinde saklamalı.

Anlatacak o kadar çok şeyi var ki herkesin...
Ama hayat özet geçmeyi öğretiyor işte.

Çünkü anılar yitirildi bu şehrin ara sokaklarında, işlek caddelerinde kalabalık eğlence yerlerinde, ıssız odalarında , soğuk sabahlarında.

Ezan okunduğunda size yalnızlığı armağan ettiğini fısıldıyor aslında, duymadınız mı?

Hani evrim meselesi.

Yalnız doğmak,
yalnız gitmek.

Belki de bu yüzden tanrı arada yaşadığınız yalana " hayat " diyor.

"BAYRAMA DAİR..."


Yarın Kurban Bayramı...
Bütün insanlığın manevi duyguları yaşadığı, yaşattığı, aile kavramını hatırladığı, hatırlattığı, küskünleri barıştırma vesilesi bu önemli günlerinizi tebrik ediyor, hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum.

Yollarda kendinize çok dikkat etmenizi ve mümkün olduğunca yaşlılara, çocuklara hoşgörü saygı ve sevgi göstermenizi temenni ediyorum.

Çocukluğumuzun tadını bulamasak da örf, adet, gelenek ve göreneklerimizin ölçüsünde bu bayramları yaşamanızı diliyorum.

Günümüzde bayramların,
değil komşuların akrabaların bile birbirlerinin yüzünü unuttuğu bir koşuşturma çarkı içinde; soluklanmak için 'manevi duygulardan' çok tatil anlamı içermesi çok üzücü ve hayal kırıklığı dolu değil mi?...

Yorgun bedenlerimiz için bir fırsat resmi tatillerimiz...
Kutsal bayramlarımız.

Oysa eskiden, o bayramlar;
Ne güzel günlerdi değil mi?

Aile olanlar bilir.

Dedeler, büyük anneler,analar babalar,amcalar,dayılar,teyzeler halalar kuzenler,yeğenler,çocuklar ile dolu koskocaman kalabalıkların kavuştuğu hasret giderdiği kocaman sofralarda ailecek birlik ve beraberlik içinde yemekler yenildiği mütevazı fakat neşeli hayatlarımız vardı eskiden.

Ailece kurbana ortak olunur sonra gizliden belli etmeden semtimizin hali vakti yerinde olmayan ailelerine dağıtırdık.

El öperek bayram harçlığı kapma mücadelesi verirdik.

Biriktirdiklerimiz ile dişlerimiz çürüyene dek çikolata dondurma ve parlak kağıda sarılı şekerler aldırdık.

Kapı kapı dolaşarak komşu büyüklerimizin ellerini öper çanta ve poşetlerimize şeker ve çikolatalar doldururduk.

Maytap, mantar ve torpiller alırdık azar yiyeceğimizi bile bile.Bir de isminin anlamını hala anlamadığım "kızkaçıran" sokağımızın en büyük eğlencesiydi...

Günler öncesinden bayram alışverişine çıkılırdı.

Bayramlıklarımızı, yeni pabuç ve yeni elbiselerimizi akşamdan baş ucumuza koyar,sabahı zor ederdik.

Hep birlikte bayram namazlarına gider, çıkışta birbirimizle bayramlaşırdık.

El öpmeler, ceplerimizden taşan bozuk paralar bayram harçlıkları, Barış Manço'dan "Bugün Bayram" marşımızla başlanan heyecanlı serüvenimiz; "Hayat Bayram Olsa" tadındaydı...

Bir el öpmek için dört vasıta değiştirdiğimizi hatırlıyorum: Gittin, geldin; gün biterdi.

Bir de lunaparklar.
Eş dost konu komşu hep birlikte panayır yeri gibiydi..

Postacının getirdiği uzak dostlarımızdan akrabalarımızdan ve sevdiklerimizden gelen mektupları büyük bir heyecanla açar okurduk.

Bazen askerde, bazen gurbette bazen imkansızlık nedeniyle memleketine gidemeyenler olurdu postacının yolunu gözlediklerimiz..

Teknoloji bu denli gelişmemişti. Telefon kulübelerini veya mahallenin ileri gelenlerini ziyaret eder, sevdiklerimizle konuşmak için emek verirdik.

Televizyonlar tek kanaldı. Eğlence programları şarkılar ve türküler için sabırsızlıkla ziyaretlerimizi bitirerek akşamı beklerdik.

Annelerimiz, büyük annelerimiz ile oturur bayram baklavaları hazırlarlardı günler evvelinden.

Peki ya, bayram kartlarını hatırlayanınız var mı?

Sanki eskiden ilişkiler daha yoğun, daha sıcak, daha güven vericiydi.
Nedeni yaşam biçiminde olsa gerek.

Hemen her alandaki yoksulluk, fakirlik, eksiklik...

En zengin insanlar bile bu durumun sıkıntısını çekerdi. Çünkü ülke gerçeğiydi...

Dolayısıyla birbirine yakın olmak, destek vermek, güven duymak esastı. "Komşu komşunun külüne muhtaçtır" ya da "Ev alma, komşu al" gibi laflar işte o şartlarda üretilmişti.

Hey gidi günler hey.

Ah nerede o eski bayramlar demiyor muyuz şimdi.?

Sanki bir şeyler eksik değil mi?

Hem ansızın, aniden yittiler, yitip gittiler onlarda gözümüzün önünden kayan bir çok hatıramız gibi...

Belki de biz bayramları çocukluğumuza sakladık, orada bıraktık.

Daha fazla uzatmadan, tekrar bayramınızı kutluyor,
"tatilinizin" güzel geçmesini diliyorum..

Ama unutmayın!

Hala güneşin tadını bulabileceğiniz tatil beldelerinin havuzları, yurt dışında bilmem ne adalarının güneşi, o zamana yenilerek unuttuğumuz kalpten ilişkiler kadar ısıtmayacak hiç bir zaman, hiç birimizi...