24 Ekim 2012 Çarşamba

"Yüzü Yamalı Birer Kırık Aynaydık Hepimiz"


Şimdi depresif yağmurlar mevsimindeyiz.
Bize hatırlattığı hüzünler çalıyor yine kapıyı. Çünkü bu hayatta neye niyet ettiysek, rahmet değil lanet yağdı durdu üzerimize.

Çok uzun yolculuklar yaptı yüreğimiz. Kalbimiz by pass edildi durdu ilişkilerden terk edilişlere.

Aynı filmi bıkmadan izleriz ya;
İşte biz de kendi rolümüzü ezbere oynadık her defasında.

Ruhumuzun acımasını mengene içine sıkıştırılmasını dinledik durduk sessiz çığlıklarımızda.

Duymadık.
Hiçbirimiz.
Bir birimizi.

Şehir uyurken evlatlarımızı reddettik mirasımızdan, onlar henüz doğmamış mektuplarımızdı gökyüzüne yolladığımız.

Şarkılar birikti içimizde. İçimiz dışımıza küstü.
Sustu.
Susarken bölündü parçalara bütün hayaller.

Kırılgan olan elde kalandı. Yarınlardı. Ertelenen düşlerdi.
Sevişler.
Sevişmeler.

Hayata gülümseyişler.


Oysa bu hayat bir bacağımızı mayına basıp kaybederek başlatıyordu bizi maratona.

Yürümeliydik oysa.
Koşmalıydık.

Sancıyana dek.

Sancılar.
Hiç bir muayenede çıkmıyordu.

Raporlarımız temizdi.
Umutlarımız kirlenmişti.

Katiyen ve malulen
Kaybedendik.

Kayıplar coğrafyasında yüzü yamalı birer kırık aynaydık.

Daha iyi olacak sanıyorduk.
Hiç bir şey.
İyi olmadı.

Kaybedip durduk kumar masasında.
Hayatımız üzerine oynayıp durdukça.

Sürekli amorti.

Zamanı içimize kaçmış puslu vakitler;
Çiçekler solar, açar, solardı.
Yazlar uzaktan güzel kalırdı hep bize, Yakınlaştıkça anılara dönüşürdü bütün hatıralarımız.

Dokunduğumuz yeri yitirdik bu şehirde.

Gidenin ardından el salladık.
Cam kenarı kırıklar battı uzun yollarda canımıza.

Dokunduğumuz yeri yitirdik, lanetledik.

Kent sarıyor yaraları diye avunarak hayatta, ayakta durduk, yenildikçe.

Bir daha.
Umduk.

Yenilmekten eskimiş yüzümüzle çıktık bizi tanımayan iç acılarımızın toplamını anlamayan yepyeni heyecanların karşısına.

Bizi tanıdılar.
Ayak izlerimizden.

Yaralarımızdan kalan izlerden,
dikişlerimizden.



Tanıdılar.

Kimi sevmeye kalksak, hep bir bacağı eksik koşucuyduk biz.
Koşmak gerekirdi aşkın peşinden.

Biz yetişemedik.

Biz?

Mağrur.
Gururlu ama kaybeden yaralı yüzler.

18 Ekim 2012 Perşembe

Hepimiz Hüsnü Neşedenyana'yız!

Tüketim toplumu.
Teknoloji çağı....

Oyunlar tiyatrosunun; terk edilişler sahnesinde;
tanıdık aynı hüzünlü hikayeleri yaşatmaya devam ediyor.


Ne aşklar, Ayhan Işık-Belgin Doruk aşkı
Ne de Hüsnü Neşedenyana'nın Müjgan'ı sevdiği gibi seviyor kimse, kimseyi...


Ben, Ah Müjgan Ah filmini hayatımın filmi seçtim.
Bu yolda anlatmak istiyorum içimden gelenleri.

Rotamdır bu film.
Miladım.

Film teknolojik yetersizlik ve zamanın eksiklikleri ile dolu olsa da duygu kokar,aşk kokar, ders kokar.

İnsanı allak bullak eden sahnesi, Hüsnü ile Müjgan'ın yolda tesadüfen karşılaştıklarında aralarında geçen konuşma sonrasında, Hüsnü'nün gözünü ıraklara daldırarak kendi kendine söylediği dört kelimedir.

- Senin çocuğun mu Müjgan? Biz evlenseydik bizim çocuğumuz olacaktı...

İsmi de Koray değil, Ali, Ahmet gibisinden bir şeyler olacaktı...

- Hüsnü, halen beni unutamamışsın gibi, beni halen seviyormuş gibisin.

Aralarındaki kısa konuşma, Müjgan'ın yere düşen çocuğu yüzünden kesilir. Müjgan, yerde ağlayan çocuğuna koşar.

Hüsnü'nün ise dudaklarından, daha doğrusu kalbinden şu sözler dökülür:

"Müjgan'ı unutmak, Müjgan'ı sevmemek"

......


Tabi, yazının yetersiz kaldığı bir yerdeyim.

Filmdeki duygu hala gözlerimi yaşartır.Vıcık vıcık sanal sosyal alanlara kaymış her yapay ilişki için bir ders!

Filmin içinde bir yerde; bir gece önce meyhanede mahalle insanlarına, zengin adamla evlenmek için mahalleyi ve sevdiği erkeği terk eden Müjgan için;

" Kızmayın, iyi yaptı; insan gibi yaşayacak" diyen Hüsnü'nün,
Müjgan ve annesinin zengin,yakışıklı Salih Güney'in arabasına binmeye hazırlanırken, onları hasetle ve nefretle seyreden kalabalığın arasından çıkıp;

-"Müjgan!

Etme Müjgan
gitme,
bırakma beni
öldürme ne olur.
bak nişan yüzüklerimiz hazır"

diye ağlayışı vardır ki , damarları anason, ciğerleri nikotin ile doldurmak için yeterlidir...

Acıklı olanı ise hayatın Müjgan ve Hüsnü'nün hikayesini bizlere defalarca tekrarlamasıdır.

Kim adaletten, aşktan ve neşedenyanaysa Hüsnü gibi!

İnancımız,sevgimiz,duygularımız yetmez.

Çünkü bizi yaralarımızla yaşamaya, acılarımıza alışmaya mecbur eden hayat bu şansı bize tanımıyor.

Hikaye. Bizim hikayemiz.

Kötülerin ve gücün kazandığı.
Duygunun gerçek sevginin kaybettiği.

Herkes suçlu,
Bizi hep mutlu sonlara alıştıran beyaz perdenin suçu biraz da

Yıl 2012 ve bitiyor. Sonbahar.
Sonbahar da iliklerimize dek kendini hissettirmeye başlar yakında.

Ama gerçek duruyor masada.

Aşkların ve ilişkilerin sonu; bize öğrettikleri, dayattıkları ve de tecrübe ettiğimiz gibi....

-Yalan, Dolan ve Bir Avuç Mutsuz Son...

14 Ekim 2012 Pazar

Bir Hoş Çakal Sığıyormuş Yalnızca Avuçlarımıza


Ellerim yetim kaldı.
Sıcacık minicik avuçlarından mahrum bırakılan ellerim.Oysa vedalar kavuşmak içindi.

Oysa sinemanın rahatsız edici koltuklarında ellerimin arasında terleyen minik parmaklarını sımsıkı tutarken ;Beni hayata sımsıkı bağlayan o günkü yaşadığımız...

Şimdi hatıralara kalanmış bilemedim.

oysa, bir hoş çakal sığıyormuş yalnızca avuçlarımıza...

Sahil kıyısı sert esiyorken kumsala oturmuştuk.Geceydi.Sarılmıştık.Üzerine ceket vermeme gerek yoktu Ben yeterdim.Üşümüyorum ki, bir tanem yanımda sen varsın demiştin.

Artık gece donsundu.Umrum değildi.

Dudaklarından aldığım ilk öpücük için uzun süre beklemiştim.Niyetim yoktu.Amacım o değildi.Ansızın oldu.İyi ki oldu.Şimdi dudaklarının tadını almış olarak acı çekiyorum.

Acı çektiğim doğru.

Pişmanlıklarım var elbet.geceleri yanımda uyumadığın lanet karanlık saatler ve bir daha hiç bir zaman hatırlanmayacak olan göğsüme başını yaslayıp da uyuduğun o ocak sabahları.

Ocak ayı vicdan yarasıymış.Sonraları anladım.

Komodinin üzerinde tokan vardı.Uyanmıştık.Sabah sızıyordu içeriye.İşe yetişmeliydim.Pantolonumu telaşla giyerken yere düştüm.Güldün.Gülüşün cennetti.ve ben hiç bir zaman giremeyeceğim cenneti bir tek o gün orada gördüm.

Evlenecektik tarihi bile belliydi.Çocuğumuzun adı dahi.Çok kavga etmiştik.Aslında senle hiç kavga etmedim sana her zaman mağlup olmayı severdim.Söyleyemedim.İnat ederdim biraz seni sinirlendirmeyi sonra senin zafer kazınmış hissiyle bakışını görmeyi severdim.

Soğuk bir kasım gecesi yanıma gelmiştin çalıştığım yere.Birlikte pizza yemiştik dişinin kenarında bir parça kırıntı vardı dişinden öpmüştüm.Hatta otobüsü kaçırmıştık.Gece gece ortada kalmıştık.Ama bir çaresine bakmıştım hemen.

Kriz anlarını fırsata çevirmeme bayılırdın.

Oto kiralama yazan yere dek yürümüştük.Seni sahilden eve yarım saate uçurmuştum.Teşekkür etmiştim her şey için varlığın için.Bir şey değil bir tanem demiştin.Dün sanki.

Büyükada'ya gitmiştik.Önce kahvaltı yapmak için bir yere oturduk.Yumurtalar az pişmişti.Değiştirin demiştin.Çay soğuk gelmişti.Sen kızmıştın.Ben daha kahvaltıya başlamadan hesabı ödemiştim.İlerideki Şükrü Babaya gitmiştik.

Her şey dört dörtlüktü.

Denize kavuştuğunda anladım ömrümce görebileceğim en güzel deniz kızı sendin.

Esmer tenin öpüyor iken omzundaki saçları henüz yeni güneşleniyordun.Seni izledim.

Art niyetsiz ömrümce gördüğüm en güzel ten sendin.

Sonra uyucam aşkım dedin bitiştirdik şezlongları.Omzuma yaslandın.Uyudun.Güneş çarpıyordu,daha önce seni tanımadığım günler için, beni.

Bana aldığın gömleği, takımı ve kravatı giymemi istediğin gece uzun uzun dans etmiştik.On numara olmuşsun bebeğim demiştin.

Sen bir melektin, haberin yoktu.

Şarap çarpmıştı o akşam sensiz geçen gecelerimden ,beni.

Her gece eve gelir, yüzümü yıkar seni arardım.Saatlerce sesine doyar bir şey yemezdim.

Aç kalıcan aşkım hadi ben kapıyım bir şeyler ye derdin.
beni hep düşündün.

Ben sesini duyduğum yani çoktan doyduğumda.

Sensiz bir kaç akşam çıkmayı denedim.Körelmiştim.Unutmuştum.Lavaboya gitmişsinde geleceksin sanardım.Ooo olmadı abi böyleeee diyen masa arkadaşlarımdan hep erken izin alır ayrılırdım.

Şimdi hatırlıyorum da;
uzun zaman oldu.çok uzun zaman...

Peki ya şimdi?

Nasılsın?
Üstünü örtüyor musun?
Üşüme sonbahar geldi yakında kış.

Hala geceleri antrenin ışığını açık bırakıyor musun?

O küçük tavşanı sarılasın diye almıştım geceleri, hala onla mı yatıyorsun?

Telefonu kırdım hattımı kapadım özür diliyorum o günden sonra.Üzgünüm.

Elim gidecekti,parmak uçlarım dokunacak ve ismini bulacaktı duramayacaktım .

Susacak sesini duyacak kapayacaktım.
daha da uçurumdu.

Bir alo kimsiniz daha kaldıracak kadar güçlü değildim senden sonra
.

Tahmin edecektin susuşumdan hem.Kapayacaktın yüzüme.

Belki katlanamayacaktım.
Katlanamayacaktım.

Hangi gün hangi saat biz ,
senle ben olduysak

İşte o gün durdu zaman.
İşte o gün pencere kenarına gelmemeye başladı kumrular.

İşte saksıdaki çiçeklerin solduğu gündür o tarih.

Biliyor musun;

o günden sonra...

Sahile bile doğru düzgün vurmuyormuş dalgalar.O gittiğimiz;

Şarap içtiğimiz dans edip beraber bir hayata inandığımız o güzel mekanda kapanmış.

Şükrü Baba gelmiyoruz diye bize küsmüş.

Aldığın gömleği, takımı kravatı bir daha hiç giymedim.Beraber yaşadığımıza şahit olan hiç bir yere gidemiyorum.Ayaklarıma beton dökülmüş gibi.

Üstelik işe sürekli geç kalıyorum.
Ne olur ne olmaz diye arardın şimdi hatırladım,aşkım geç kalacaksın hadi kalk...

İstiklal,Kadıköy rıhtım,Moda,Altınoluk,Marmaris,Bostancı, Rumeli kavağı,Piyerloti haritadan çıkarılmış..

Sevdiğim onca şeyin hiç bir değeri yokmuş meğer.

Sen varsın sen varken diye sevmişim ben senden geriye kalanı.

Şimdi bir yerlerdesin..

Avuçların,minicik parmakların kimsesiz.
Üşüdüysen özür dilerim ben yokum.
Ben yokum diye özür dilerim.

Kızma.

Olsam sıkıca.

Sen iyi ol daha da mutlu,
daha çok.

Sorma beni bilirsin.
kanıyorum sadece.

Yara bir kez dikiş almışsa,
kapanmıyormuş bir daha anladım.
Kapansa da izi kalıyormuş meğer hatıraların.

Sonsuza dek
ağrıma giden..

Bir tek bu.

Hani bensiz tatile gittiğin üç beş gün gibi bir şey değil bu
o özlediğim gibi, öylesi gibi değil.

Gidip de dönmemek gibi işte.
Dönüp de bulamamak gibi.

Sonsuza dek.

Yani bu defa beklemek çok uzun.
Takvimlerin intiharı....

Yine de çok öpüyorum.İyi bak kendine.

Biliyorum,
Çok acıttım seni sevmeye çalıştıkça.
Alıştıkça.Seni.


Hoş çakal.

Görüşmek üzere.


Bir ömürü bitirdiğimizde..

Geçen sene bugün...


Şimdi bir şey hissetmiyorsun. Kan çekilmiyor derler başlarda, işte ondan olsa gerek.

Biraz daha bekle.

Birlikte çıktığınız o yola, o yolculuğa, mola verdiğiniz o şirin kasabadaki küçük kır lokantasına düştüğünde yolun biraz...

Biraz daha.

Dalgaların kıyıya vurduğu sahile sıfır çay bahçesine geçtiğinde, yudumlarken bardağın içinden hatıraları.

Biraz daha keskin.

Sonra direksiyonu otelin yoluna doğru kıracaksın, sebepsiz.

Sebepli.

7 numaralı oda.

İçeri geçtiğinde, yatağa uzandığında...

Hatıralar paramparça.
Baş harfleriniz vardı karyolanın baş ucunda değil mi?

Her şey yerli yerinde şimdi net anımsıyor olmalısın.

Geçen sene bugün, buradaydık..
Birlikte hayaller kurmuştuk, sarılıp uyumuştuk...

geçen sene bugün..

hayatın anlamı vardı ve
biz mutluyduk...

.....


"Aramıza hoş geldin. Anlaman için bekledik.
Şimdi, biraz daha fazla sızlıyor değil mi?"

hatırla.
geçen sene bugün...

O kapıyı vurup çıktıktan sonra, sen ölmüştün.

13 Ekim 2012 Cumartesi

AVRUPA YAKASINDA DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK...


Yüzlerinde sonbaharın savruk nemli esintisi.
Eylül içine kaçmış bu kentin insanlarının.

Daha bir ay evveline kadar hop çıstak eğlenen lay lay lom tatillerinde deniz kumsal yaz kaçamak ilişkiler alkol seks..

Şimdi kaplumbağanın kabuğuna çekilişine şahit oluyoruz çevremizde, davranışlarda.

Birbirinden gülümsemeyi esirgeyen kalabalıklar, topluluklar.

Neşesi gitmiş sokakların. Adımların.
Sanki insanlar bir sene sonraki tatile dek kapatıyor pencerelerini.

Bu kent sonbahara kırgın.
İçindekiler de.

Aslında şehirde çok cenaze var.Ölü bir kentin insanlarının yaşadığını düşünmek saçma olurdu zaten.

Sonbahar bu dünyanın dönmeye başladığı ilk günden beri sürdürüyor yolculuğunu.

Yüzler, bedenler değişiyor ama geride bıraktıkları hikayelerin işaret ettiği mevsim değişmiyor.

Tanrı üzülüyor belki de.

O sadece güneşten rehavetten yazın coşkusundan hayata dönüş olsun diye planlamıştı sonbaharı.

Ancak adının kırgınlıklara, kırılmışlıklara çıkacağını hesap edemedi.

Yüzyıllardır laneti taşıyor sonbahar.
Değişen oyuncuların mutsuzluğu yorgunluğu bu yüzden.

Bu kentin akşamları da geçmişin gölgesinde.

Gölgeler ruhlara benzer derler.

Hayatımıza girip çıkanlar hala bir yerlerde bizi görüyorsa ve bizler anlık tesadüflerle hatırlıyorsak her şeyi nedeni, gölgeler...

Gölgeler peşimizi hiç bırakmayacak.
Sonbaharın peşini bırakmayan o kırılgan efsanesi gibi.

Bu gece Ekim geliyor.Sırtında yeni yükler ile.
Hayat devam ediyor kalanlara.

Kentin sokaklarında unutulup giden hikayeleri de sonbahar rüzgarları kaldırıyor. Uzak bilinmeyen yerlere doğru.

Avrupa yakasının hüzünlü adreslerinin birinden bildirdik.

Şimdilik...
Kentin kiracıları yarın yeni bir hikaye ümidiyle sokaklara savrulana kadar.

Değişen bir şey yok..

"Her şey pamuk ipliğinin kalitesine bağlı bu hayatta, net."


Özledim.
Ne kadar serin ve soğuk değil mi? Buz gibi. Hemde üşürken sonbaharın kollarında..

Bugüne kadar sevdiğim ve beni terk eden herkesi affettim.

İyi halt yedim.

Kolay mı oldu peki?

Hayır.

Kendime kızdım, ağladım, aklımı kaybedene kadar yastığa kapandım. İçtim, dağıttım, evin yolunu bulamadım. Sokakta yattım.

Ve affettim.
Kimsenin umurunda olmayacak olsa da.

Aynı şehirde aşılamayacak duvarlar örüldü her biriyle. Çok şey vaad ettiler oysa, bir tek mutsuzluk garantilendi. Zamanla.

Ve bir gerçeği biliyordum sadece , sarıp sarmalanıp sandığa kaldırılan gerçek.

Kaybettim. Net.

Alıştırmalar yaptım önce, isimlerini ağzıma almayı kendime yasakladım. Vakit geçsin diye yaşamaya başladım.

Ancak sokakta yürürken rastladığım her tabela , kulaklığımdaki radyoda çalan şarkı, açtığım gazetenin on altıncı sayfası, oturduğum barda yan masadaki kıza yanındaki çocuğun unutmaya çalıştığım isimle hitap etmesi, filmin en can alıcı yerinde adının geçmesi...

Her gün bir diğerinin aynısıydı. Hatta yarımı bile olamadı; o mutlu günlerin. Kalbimin yerinden çıktığı, yutkunduğum, terlediğim, paniklediğim o günlere hiç benzemedi sonrası.

Her şey pamuk ipliğine bağlıymış meğer, bütün adımlar, yarınlar, hayaller.

Bir hata yapmaya gör, bütün doğrularını silermiş. Sınavmış meğer. Hiç çalışmadığın.

Acı kaybı.
Küskünlük.
Sıradanlaşmak.

Birlikte anlamlı gelen ne varsa anlamsızlaşması. Yalnız başına dinlediğin şarkıların hepsinde o mutlu anları hatırlamak.

Bir solukta hayatın kenarına gelmek.

Şimdi yalnızları oynamak. Hem de baş rolde. Elinde avucunda bir avuç mutsuz son.

Hikayenin
özeti.

Saat;00:12

Not: Şehir uyumaya başladı, baktım pencereden yaramazlık yok. Sende uyumuşsundur muhtemel. Gönül rahatlığıyla yüzleşe bilirim yokluğunla. En azından elde rüyalar var.

Orada saçlarının kokusu, teninin tuzu, dudaklarının tadı, sımsıkı sarılarak uyuduğum geceler, bitmesini hiç istemediğim uykular var.

Bu muhteşem yolculuğa tek gidişlik bilet;
artık uyku hapları...

12 Ekim 2012 Cuma

"DAĞDA ÖLEN TERÖRİSTE AĞLAYAMIYORSANIZ İNSAN DEĞİLSİNİZ"



Başlık yüzünden peşin hükümle çok kızanınız, söveniniz olacak.Hassas bir konu.Ya da hah hele şükür doğru düzgün bunu haykıracak biri var mıydı diyeniniz de.

Öncelikle; Cümle bana ait değil.Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven'e ait.Ama bende böyle düşünüyor olabilirim.

Ama durun hele bir.

Bi anlatayım.

Gece malum.Yalnız.Sessiz.Kimi evlerde.O evlerden birindeyim.

Kısık bir sesle 33'lük cızırdıyor, soluklanıyorum.

Kalemi kağıdı arkamda masanın üzerinde bırakıyorum.Dönüyorum bilgisayarımın olduğu yere.Elimde karalamalarım. Bir şeyler söylemek istiyorum.Daha önce sarf ettiğim sözleri bilenler anımsar.

"Duruş"

Tek çaresizliğim, tek sığınağım bu.Yüzlerce yorum paylaşım gelen o yazıyı okuyorum.Sonra diğer yazdıklarımı.Daha doğrusu klavye ile temize çektiklerimi.

Aklımda bilgi kirliliği, yüreğimde acının sızının tebessümü.Manşetleri forumları haber sitelerini röportajları tek tek gözden geçiriyorum.

Diyarbakır'da 1991-1996 yılları arasında görev yaptığı yazıyor Recep Güven'in.

"Güven, En zor yıllar olarak bilinir. Keşke yaşanmasaydı, hiç olmasaydı dediğimiz bir süreçte Diyarbakır'da hizmet vermeye çalışmıştım. Ben polis akademisinde tiyatro kuran insandım, ufak tefek şiirler yazardım. Diyarbakır'da ne tiyatroya gidebildim ne şiir yazabildim, ne Ahmet Arif'i okuyabildim. Ancak Ankara 'ya gidince Diyarbakır yavaş yavaş çıkmaya başladı. Bastırılmış duygularım, hüzünlerim, belki hafif bir travma. İnsanların çektiği acıları biz de yüreğimizde hissettik. Boşaltılan her köyün aslında geleceğimize tehdit olduğunu biliyorduk. Meçhule giden insanların herhangi bir sisteme tabi olamayacağını da biliyorduk."

Sonra patırtı koparan, infazcı kelle avcılarının büyük gürültüsüne nail olan cümleleri;

“Ben 2005 yılında Bahçeşehir Üniversitesi'nde bir konferansa davet edilmiştim. Konferans esnasında salondakilerin büyük ünlemlerle bakmasına sebep olan bir cümle kurdum, biraz eleştirildim. Ama, dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz demiştim. Ama eline silah alıp çoluk çocuk demeden insan katleden canavarlaşmış bir teröristi de enterne edemiyorsanız devlet değilsiniz. ”


Diyarbakır'a bir kez gittim.Kan o coğrafyanın bel kemiği haline gelmişti.Gözlerinden okunuyordu,insanların çığlıkları.

Az söz, çok göz yaşı biriktirdim.

Herkesin dudak kıyısında bir toz parçası haline gelen "barış" çok uzak sevgili gibi, uzakta ananı babanı bıraktığın bir vatan gibi kalmıştı.


Kaybettiklerimiz insandı çünkü. Bir ananın dokuz ay çileler çekerek dünyaya getirdiği insan.

Patır patır insanlar ölüyor şurada dedi bir ihtiyar.Her birinin hayalleri, sevgilisi, aşkı var. İnsanlar ölüyor bey dedi.

Analar, sevgililer,nişanlılar,eşler beraberinde..

O an.

Bey olmaktan, o hitaba maruz kalmaktan utandığım toz fırtınası henüz kopmuştu o coğrafyanın çıplak bir akşamında.

Gece, izbe bir otelin solgun çarşaflı yatağında başımı yastığa koyduğumda uyuyamadım. Çantamda içkim vardı. Aklıma geldi.Mini dolaptan buz çıkardım.Viski dolu bardağın içine düştüğünde erimelerine şahit oldum.

Sanki ilk kez gördüğüm bir şey gibi.

O coğrafyanın havası, sıcağı, gerginliği, tarihi, yorgunluğu mu bilmiyorum.

Bir şey vardı işte.

O gece Dicle'yi beslesindi gözyaşlarım, ben ağlamazsam kurur sandıydım.

Neden mi?

Klasik.
Kürt Türk kardeştir, ayıran kalleştir.

Ne için kan dökülüyordu, ne için evlatlar ölüyor analar mahşere dek bu acıyla baş başa kalıyordu.

Aklım hafsalama ağır geliyordu.

Ahmet Kaya vardı telefonumda.Açtım hoparlörden."Diyarbekre kanla bastım mührümüyü" özellikle pencereden bakarken duymak istedim.

Kardeşi kardeşe kırdıran bu ülkenin soysuzları, vatanı gözünü kırpmadan satanları, hain emellerine bu çocukları alet edenleri değil miydi?

Sorular, soruları kovaladı.

Yaram kanıyordu Diyarbakır.Yaram ben sevdiğimin yarasıyla gelip, kardeş acısıyla dönene dek boğuldu orada.

Evet binlerce asker gözünü yumdu.Binlerce şehit.

Bir baba bir anne okuyorsa sadece şu soruyu sormayı isterdim;

Evladınız, uyuşturucuya alışmışsa alıştırılmışsa gözlerinizin önünde erimesine şahit olur muydunuz ya da haberi gelse ; bilseniz yine de gözünüzü kırpmadan ölmesini ister miydiniz?

Yazı uzayacak başka bir yazıya taşınacak belki.

Ama esaslı soru şu.

Kandırılan, senin çocuğun, sizin çocuğunuz da olabilirdi?

Tamam ben askerliğimi orada yaptım güneydoğuda. Evet benim annem her gün göz yaşı dökerdi şehit haberi televizyonlarda duyurulduğunda, Hatta benden sonra ağabeyim Hakkari'de iken her gün nefesimiz sıkıştırır işimizi gücümüze yarım yamalak bakardık.

Evet acımız derinlerde.

Ya madalyonun diğer yüzü?

"Etkisiz hale getirildi"

Cümlesi içine sığmaya çalışan o çocuklar, onlar bu toprağın çocuğu değil mi? Onların ki ana değil mi?

Tek taraflı acı sevinç mutluluk o kadar aşina ki;
Diğer tarafı hep unutmadık mı?

Bu gam keder yüklü olay için değil sadece...
Bu hadise çok çok ağır.

Ama hep kendi tarafımızdan mı bakacağız?
Diyarbakır Emniyet Müdürü bir başlangıç olmasın mı?

Bu hükümeti en çok eleştiren benim buralarda....(kendimi de ne sanıyorsam)

"seviyorum aşkım canımsın özledim" . "gittin bittim" demekten çok daha öte bu blogun amacı.Tek isteğim şu sayfaları biraz geri sarın. Anlamak için.

Kanı durdurun diyen, yine şehit haberleri 550 ölü diyen de..

Ben.

Şehit haberleri ile ilgili hükümeti ve sorumluları topa tutan ben...

............

Diyarbakır'a uçaktan son bir kez baktım.
Acı ile.

Kimse seni anlayamayacak ey Diyarbekir dedim.Yine bombalar yağacak saçlarına, mermiler delik deşik edecek binlerce ümidi, özlemi...

Kim bilir o tepelerde kaç mehmetçik daha kaç kandırılmış genç daha can verecekti.

Sustum.
Anons böldü zihnimi orta yerinden, lütfen kemerlerinizi bağlayınız diyordu.

Türbülansa giriyoruz.
Bağlamadım.

Hayat zaten bu toprağın insanı için hep türbülanstaydı.

5 Ekim 2012 Cuma

Suskunlar'ın senaryo ekibi gerçekten "suskunlar"


20.bölüm itibarı ile Suskunlar baymaya başladı! Kendimde hikayeler ve senaryo denemeleri yazmaya çalışıyorum. O nedenle kitaplar diziler  filmler hayatımın vazgeçilmez parçası. Bu Suskunlar'ın senaryo ekibine beni alsalar biraz sürpriz biraz ihanet biraz entrika ile ikinci sezona renk getirirdim. Hikayenin kısır döngüye ve tek düzeliğe döndüğünü fark ediyor musunuz bilmiyorum ama ben ediyorum. Eminim benim gibi düşünenler vardır.

Buradaki yurdum insanının Ecevittt Bilal İboo Ahuu çığırtkanlıklarını uyuyan halkın dizi ile hipnotize edilmiş hali olarak yorumlamazsanız siz uyuyorsunuz demektir.

Okuyorsanız uykudan uyanmalısınız.

Dizi fenomene dönüşecekken senaryo ekibinin kolaya kaçma yöntemleriyle ilk sezon ki dinamizmini kaybediyor. Çok basit bir İrfan eski karısı sahnesi vardı mesela. Çok yapaydı fark ederek o sahneleri izlemek keyfimi kaçırdı doğrusu. Tadım kaçtı. Çok basit şeyler olmaya başladı abuk subuk olaylar silsilesi diyorum ve inanın Suskunlar yan unsurların gecikmesi nereden çıktığı belli olmayan ve kotarılmak için ileride bir flashback yapılacağı şimdiden belli Nisan karakteri  ile dört arkadaş arasındaki en masum adamı katil yapacak senaryo zihniyeti ile masumiyeti ifade eden Gülten'i kullanış biçimleri ile daha da ileri giderek gebelik testine bile sokarak tuhaflıklar devam etti. Tecavüzü düşünmeleri senaryo ekibinin zayıflıkla dolu bakış açılarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi.

Duygu yok dizide duygu yok, Ahmet Kaya şarkılarına imkansız aşk Ahu'ya ve çocuk karakterlere indirgenen duyguyu saymıyorum. Biraz Kayıp Şehir dizisinin yaşattığı sahiliği görseler esinlenseler keşke.

İbo geçen bölüm Allah'tan korkarım benim adım İbo diyerek bir konuşma patlattı sosyal medya yıkıldı Arkasından adam vurdu. Arkasından hayatına bütün neşesiyle devam ediyor. Acıyı kanıksayıp vurdumduymaz olmuş anam bunlar!

Ecevit'in sevgilisi Nisan ile eski ortağını bir çırpıda geride bırakan ekip, şimdi birden hangi nedenden bilinmez bir kadın ortaya attı ve yeni dönemin 2.3. bölümünde malum yakınlaşmalar başladı. Derin aşık Ecevit'in yapay bir adama dönüşmesi hüzünlü.

Mantıksal kurguda ve senaryo ilerleyişinde hatalar çoğalıyor. Hikaye yaratıcıları dersine iyi çalışmıyor. Kotarmaya bakıyorlar.Yazık. Böyle kalmaz yakında bu dizi de ekranlara veda eder ve ilk bölümlerin verdiği sarsıcı havayı mazide bırakır. Gerçi şuan bıraktılar da.

Cnbc-e dizilerinden başka bir şey izlemeyen beni de heyecanlandıran dizinin kan kaybedişi çok üzücü.

.........


21.bölüm
Yine , yeniden hayal kırıklığı....

Geçen hafta yazmıştım. Senaryonun yetersizliği ve hatalar yapıldığını ve dizinin irtifa kaybettiğini. Bu haftaki bölüm Ecevit'in Ahu'ya dokunamadığım bir aşk istemiyorum sahnesi dışında ve gelecekteki yaşlı adamın mahallenin bebelerine O adamı tanırdım Bilali en yakın arkadaşıydım (Lostvari) sahnesi dışında.

Çok hızlı çok acele kotarılmaya çalışılmış bir bölümdü. Dizi güzel, rüzgarı da aldı arkasına epey bir bölüm, müzikler yerindeydi, Ahmet Kaya'yı izleyici ile ara ara buluşturması güzel. Ama eksik. Eksik bir şeyler vardı işte.

İnsanlar saf değil. Çok acele çok aptalca cevaplar verilen Nisan'ın Gurur'la konuşurken Ahu'nun basma sahnesi. Telefonla konuşuyordum deyip Nisan'ın durumu geçiştirmesi. Ecevit'in zokayı yutması.

İnsanlar gerçekten aptal değil.

Dizi manyağı olmuş toplumun bu denli hafife alınması güzelim diziye yazık ediyor.

Harmanlamanın zayıflığı bölümsel metinlerin düşük katkısı ve yan karakterlerin zayıflığı diziye kan kaybettirmeye devam ediyor. Böyle sağlam konu, böyle sağlam kurgu ve oyuncular Amerika'da olsa dizi toplumsal fenomene dönüşür izlenme rekorları kırar ve sezon DVD'leri yok satardı.

Ancak gel gelelim Türkiye kısıtlı imkanlar, bıktıran reklam kuşakları, dizinin dengesini bozan sığlaştıran senaryosal zayıflıklar. Bölüm acele ile sanki iki saate çekilmiş havası veriyor.

İlk bölümlerin astığı astık cezaevi gardiyanını pasif bir yancıya dönüştüren ekip, İrfan'a dilsizliği uygun görürken, Ecevit'e Ahu ile kavuşmaması için hoop yan unsur yeni güzel kadın buluyor. İbo gibi inançlı mazlum ve düzgün adamın sevdiğine tecavüz ettiriyor gebelik testine sokturuyor ve İbo katil olduktan sonra gülüp geçiyor güzel günler göreceğiz masallarına başlıyor.

Gurur ise her dakika zırt pırt bu eski arkadaşların çevresinde bitiyor. Söylediklerini, tiyolarını, zokalarını hoop safça yutuyor dizinin ana kahramanları.

Bu kadarı da fazla.

Lütfen kotarmaya değil, hakkını vermeyin bakın artık hikayenin..
Yoksa yazık olacak...

"Bir Kaç Dakikanız Var Mı?"


Dini bayramların sonuncusu Kurban Bayramını ve tatilini! geride bırakıp bugün tam 89 yıl önce Türkiye Büyük Millet Meclisi'de Atatürk ve arkadaşları tarafından ulusa ilan edilen "Cumhuriyet"in bayramını, bayramımızı kutladık.

Valiliğin, milli bayramlarını kutlamak ve yürümek isteyen topluluğa uyguladığı kaba kuvveti şiddetle kınıyoruz.

Bir ulusu, manevi değerlerini, karşı karşıya getiren; bu vatanın milli bayramını kutlamaya çalışan halkıyla yine bu vatanın bünyesinde görevini yapmaya çalışan polisin aynı karede böyle anlamlı bir günde olmasını üzüntüyle izledik.

Bu tehlikeli bir oyundur ve aklı selim, bilinçli tüm yurttaşların bu oynanan oyunu görmelerini bütün kalbimizle istiyoruz.

Farklı bir konudan bahsetmek istiyoruz.Bu sayfa az ama öz okuryazarlar tarafından takip edilen, gözü açık bir sayfa.

Şehit haberlerinde, olimpiyatlarda, bayramlarda hükümeti topa tutarken somut eleştiriler ortaya koyabilen bir sayfa.

Aynı zamanda Sırrı Sakık'ın oğlunun intiharında popülist linç yerine bir duruş ile insanlığı hatırlatan, dağda ölen teröriste ağlamıyorsanız insan değilsiniz diyerek asıl sorunun körüklenen etnik kaşıma yöntemleri olduğunu işaret eden bir sayfa.

"Kardeşi kardeşe kırdırmak" diyebiliriz bizim isyan ettiğimiz noktaya.

Mikro blog sitelerinin eleştirisini, alışagelmişliği de en çok kaşıyan sayfa "Okur Yazar"

Bu incir çekirdeğini doldurmayacak bir konu üstte giriş yaptığımız konulara göre belki evet.Ama biz de bir mikro blog sayfayız.

Facebook, Twitter, Tumblr, Blogger, Pinterest, Google Plus, Friend Feed, My Space, Linkedin, WordPress, Stumble Upon, Qura gibi mikro blog sosyal paylaşım mecralarından Facebook'u kullanıyoruz.

Bize göre, mikro blog siteleri reklam ve pazar payı büyüyen başlıca alanlar olmaya başlamasının dışında; salt arkadaşlık siteleri değil, insanların kendini ifade etmek istedikleri yer olmasını da istiyoruz.

Ancak kendilerine ifade yeri olarak edebiyat alanını seçen büyük yazar ve şairlerin ismine açılan sayfalarda türlü şaklabanlıklar yapılmamalı.

Okumaya teşvik etmeli. Yazmaya heveslendirmeli.

Evde oturan teyzelerimizi ,amcalarımızı can sıkıntısından aforizma üstadları haline getirmemeli.

Eleştirel körü körüne suçlayıcı olmamak için bir dizi yazı kalem almıştık.

İyice bilmek isteyenler için;
FEYS http://bit.ly/TqvkFr MANYAKLARI ÇEKME KILAVUZU http://bit.ly/PCNl48 SAKATLARI SEN VUR ABİ http://bit.ly/S7TfWR MUTANT DA OLSA http://bit.ly/SsK7yE FEYS DE EDEBİYAT MARTAVALLARI http://bit.ly/TQaawH FEYSBUK BÖYLE YER ATOMU PARÇALAMAYIN http://bit.ly/PgRUzP yazılarımıza canınız sıkılıyorsa bakabilirsiniz.

İşin gerçekçi özeti şu.

Edebiyat üzerine yazan kişisel blog olarak Facebook'u veya yukarıda saydığımız mikro blog sayfalarını kullananlar için geniş istatistikler ve çözüm önerileri verebiliriz.

Ancak Can Yayınları, İletişim Yayınları, Metis Yayınları, Doğan Kitap, Yapı Kredi Yayınları, Notos, İş Bankası Yayınları, Pegasüs, Sel, Ayrıntı, April, İthaki, Everest, Timaş, Epsilon, Domingo, Kırmızı Kedi gibi sektörün üst düzey yayınevlerinin dizüstü edebiyata yada blog, facebook, twitter fenomenlerinin kitaplarını neden basmadıklarını, değerlendirmeye dahi almadıklarını düşünmenizi istiyoruz.

Rant peşinde koşan bazı küçük yayınevleriyse büyüyen sosyal medya bağımlılığından faydalanmak isteyerek kapılarını bazı takipçisi çok olan ve ilgiyle takip edilen kişilere açmakta.

Bazı yerler ise para verdiğinizde kitabınızı hazırlıyor ve basıyorlar.

Yani kitap çıkarmanın çok da önemli olmadığını aslolan içini dolu olmasının gerektiğini söylemek isteriz.

Büyük yayınevleri bu akıma kesinlikle karşı çıkarken rant peşinde olan ticari kaygılar ve heveslerle bu işe soyunan yayınevleri ise hepimizi tanıdığı isimlere kitap çıkararak sizlerin cebine hitap etmeye çalışıyorlar.

Bu nedenle takip ettiğiniz kişilerin yanında olduğunuzu kanıtlamanızı kullanmak istiyorlar.

Kişisel tercihlerinize saygı duyuyoruz.

Ancak herkesin edebiyatçıyım diye naralar attığı ve birkaç on bin kişiye ulaşanın kendini yılların yazarı ve edebiyatçısı ahkamını kestiği bu tip mikro blog sitelerine fazlaca kanmamanız gerektiğini sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Tabii ki sosyal medya kanallarında ismini duyuran ve edebiyata gönül veren kişilere lafımız yok. Onlar hayallerinin peşinden koşuyorlar en alttan başlayarak.

Yazanlara ve yazdıklarına büyük bir saygımız olduğunu unutmadan.

Yazmak delilik işidir. Zaten normal olmamaları da farklı ve izlenir olmaları da bunun bir parçası.

Bunu kullananlara bu şekilde ego tatmini ve çevre oluşturmaya kendini büyük görenlere lafımız!

Akşam aynaya baktığınızda kendi yalanınıza inanmıyorsunuz değil mi? Yani "dev" değilsiniz. Hiç bir şey değilsiniz hatta.

Sevgili okur yazarlar;İlk vahyin "OKU" olduğunu hatırlatır.Çocuk oyunlarını bir kenara bırakıp gerçekleri görmenizi dileriz.

Siz de; yazın, okuyun, takip edin, yanında olun ancak kanmayın!

2 Ekim 2012 Salı

Alex


14 Eylül 1977'de Coritiba'da doğdu.Futbola 1995 yılında Coritiba FC takımında başlamıştı.

2 sene oynadıktan sonra 1997 yılında Palmeiras'a geçti. 2001 yılına kadar Palmeiras'ta oynayan Alex buradaki performansıyla Brezilya Milli Takımı'nda da oynamaya başladı.

Hatırlayanlar vardır.2003 Konfederasyon Kupası'nda Brezilya-Türkiye 2-2 biten maçta Türkiye 2-1 öndeyken Alex beraberliği sağlamıştı Brezilya adına.

Ayrıca 1997 yılında tanıştığı Daiane ile 9 Mart 2000 tarihinde evlendi. 2001-2002 sezonunda Parma takımına transfer oldu. Ancak 5 maça çıktı ve ligin ikinci yarısında Flamengo'ya transfer oldu.

Diğer sezon ise Cruzeiro takımına transfer oldu. 25 Nisan 2004'te Daiane ile olan çocukları Mario Eduardo dünyaya geldi.

2004 yılında ise Fenerbahçe'ye transfer oldu.

Biraz önce twitter takipçilerine Samet aracılığıyla gönderdi Alex.

Hüzünlü 1 Ekim akşamını yaşıyorduk.İşimiz de gücümüzde koşturmacaydık. Derken Alex'in mesajı.

Durduk.Hayata bak be dedi birileri ofiste.Yazıklar olsun küfürlü sinkaflı serzenişler.

Fenerbahçeli değilim.
Ama Fenerbahçe tarihine mal olmuş bir adama yapılan haksızlık için adamlığım ölmedi hala.

Attığı goller, hayata karşı dik duruşu, karakteri, aile yaşantısı, mahcubiyeti, dobralığı efendiliği ve karşı taraftarların sevgisini kazanışı...

Yaşayan efsane olarak heykeli dikilen adamdır Alex.
Ama bilmeliydik; heykelleri yıkmak için yapar insanoğlu.

Ve Fenerbahçe Yönetimi bugün biraz önce Alex ile sözleşmesini fesh etti.

Fenerbahçe büyük camia, evet.
Türk Futbolu'nun temel taşlarından.

Şike davası, başarısızlıklar, son maçta kaçan şampiyonluklar ile ayarı bozulmuştu.Geçen sene dik durdular.Kenetlendiler ve ne kadar büyük olduklarını gösterdiler.

Ancak bu sene henüz daha sezon başıyken başlayan gerginlik, kıskanç tweeti,oyundan almalar,tartışmalar...

Yakışmadı.Aziz Yıldırım.

Aziz Yıldırım'ın kronolojisinde ki tarihi hatalardan biri daha.

Yakışmadı.Aykut Kocaman.

Sizde gönderilmiştiniz şampiyonluğun hemen bir kaç saat sonrası 1996'da...

Bir kulubün en önemli efsane haline gelmiş futbolcusuna yaptığınız bu davranış hiç yakışmadı.

Alex.

Fenerbahçe’de 343 maç 172 gol 139 asist.

Güzel adam.

Hoş çakal.

Ben ve Fenerbahçe taraftarı biliyor ki, hayat etme bulma dünyası.

Azizler, Aykutlar gider ama sen oynadığın futbol, attığın goller, yaşantın ve duruşunla gönüllerde yaşarsın.

Unutma kimse bir Alex değil.

Elveda.

Ellerim Kangren, Eller Günahkar


Şimdi günaydın öldürdüm.
Katilin dönüp dolaşacağı yer olay mahalli.

Ben sabahları geliyorum kapına işte tam da bu yüzden.

Uzakta bir yere sokuluyorum.Evden çıkışını izliyorum.İşe giderken, uzun caddeyi yürürken elli adım arkanda oluyorum.Sen duymuyorsun.Görmüyorsun.Derken durağa geçiyorsun.Ben üç bina geride, bir apartmanın merdivenlerine çöküyorum.Otobüse biniyorsun.

Peşinden,taksi çeviriyorum,otobüsü takip et diyorum.Afallıyor genelde sabahları afyonu patlamamış taksi şöförleri.

Benim işim, seni sonsuza dek, sevmek.
Ben işimi yapıyorum.

Her gün rutin, bıkmadan mesaime bu şekilde başlıyorum.Tereddütsüz.

Akşamları zor oluyor çıkış saatini kestiremiyorum, belki işin oluyor, yetiştirmen gereken.

Çapraz caddenin kenarında duvar kıyısında bekliyorum.Çıkıyorsun.Eve dönüş yolculuğu sonra.

Sabahın aynısı benim için.

Sonra bu akşamı da rahat uyumak üzere eve dönüş seferim.

Ellerimi ceplerime sokuyorum.Geceler soğuyor.Ellerim dertli şikayetçi,mutsuz.

Ne vardı diyorlar, O'nun elleri olsaydı.
Haklılar.

Ellerim ellerinden bir ömür uzakta çok üşüyorlar.Gece yatağımda yastığın altına sokuyorum, olmuyor.

Ellerim kangrene yüz tutuyorlar.Minik avuçlarından, parmaklarından yüzyıllarca uzakta...

Üşüyorlar.Üşüyorum.

Ve en acısı,
ne zaman bitecek bütün bunlar bilmiyorum.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Kayıp Şehrin İnsanları...



Yüzlerinde sonbaharın savruk nemli esintisi.Eylül içine kaçmış bu kentin insanlarının.

Bu kent sonbahara kırgın.İçindekiler de.

Belki de bu yüzden, evimize kapanıp dizilere sığınıyoruz.Diziler bizim yerimize yaşıyorlar hayatı.

Aşkları, sevdaları, umutsuzlukları, imkansızlıkları, içimizdeki fırtınaları diziler ortaya çıkarıyor.

Gülümseyerek, öfkelenerek, iç çekerek, hayranlıkla bakıyoruz renkli ekranlara koltuğumuza gömüldüğümüz yerden.

Yeni bir dizi başladı.Kayıp Şehir.
Ben Cnbc-e dizileri izliyorum diyen bir kısım orjinal havalı topluluğa tokat gibi gelen bir yapım.

Senaryo ekibi edebiyatın genç nesil ümit vaad eden isimleri.

Kadro şahane.Ahmet Mekin efsanesini bizlere yeni kuşağa tanıtmalarına saygıyla eğiliyoruz.

İrfan bıçkın alayına gideri olan hayallerinin peşinde koşan genç adam ve aşık.

Evin annesi Meryem.
Kadir ve Zehra'nın masumiyetleri...

Hayat makus talihin gülmediği yaşantıları biçmiş bu sıcak hikayedeki insanlara.

Ama bir Aysel var ki...

Gökçe Bahadır bu rolde devleşiyor.Bu rolde imkansızı zorluyor.Hayat Bilgisi'nin Törpü'sü, Yaprak Dökümü'nün Leyla'sı...

Şimdi Aysel.

Hayatın acılarını yüzüne savurduğu, hırçınlaştırdığı, çocukluğunda yaşadığı travma ile bütün güzelliklerden mahrum kalan, direnen, hayata tutunan, savaşan, erkeklerin ego dünyasında ayakta kalan güzel Aysel.

Şimdi oyunculuk okullarında okuyan gençlerin izlemesi gereken bir sürü rol model sayabiliriz.

Ama bizi çarpan, hayranlıkla ekrana kitleyen en çok sahnesinin gelmesini istediğimiz Aysel'e bu senenin en güzel sürprizi diyerek kesinlikle izlenmeli demezsek çok ayıp etmiş oluruz.

Oyuncular her rolün hakkını vermeli.

Hayat kadını, gay, katil, aşık, yaralı, zengin, fakir, yaşlı, genç her rolün.

Aysel bunlardan biri.Biçilmiş kaftan oyunculuk adına.

Herkesin kolaylıkla oynayamayacağı, oynasa da altından kalkamayacağı bir rol.

Replikleriyle duruşu bakışı konuşmasıyla çalışılmış hakkından gelinen bir oyunculuk.

Aysel, bizim içimizden..
Yaralarını hissedebildiğimiz, tanıdık hüzünler coğrafyamızdan geliyor.

Gökçe Bahadır teşekkürleri hak ediyor. Aysel rolüne kattığı sahicilikle ekran başına bizleri kitlemeye başladı ve devam edecek.

Kayıp Şehrin kayıp insanları, hikaye güzel, oyunculuklar güzel, jenerik müziği sarsıcı ve Sezen Aksu.

Minik Serçe yine yapıyor yapacağını ve sözleriyle içimize işlenen şarkısını dizi ahengine uygun şekilde bütünleştiriyor.

Et ve tırnak gibi.Ruh ve beden gibi.

İzlemeye merak etmeye hayranlık duymaya devam edeceğiniz bir dizi.

Kayıp Şehir.
Aslında...

Bizim hikayemiz.